1938 yılı Ağustos'unda Trabzon-Çaykara ilçesi Kabataş Köyü'nde, ailesinin dördüncü çocuğu olarak dünyaya gelen Mustafa Ayaz'ın çocukluğu, II. Dünya Savaşı'nın getirdiği ekonomik bunalımlar içerisinde geçer. Savaş yıllarının yoklukları içerisindeki bakımsızlık ve hastalıklarla dolu çocukluk yaşamı, neredeyse, o yıllardaki her kırsal kesim çocuğununki gibi onun da yazgısı olmuştur. On gün süren ağır ve ateşli hastalıktan sonra yeniden dirilir. Dokuzuncu gün gözlerini açtığında, hastalık boyunca yemediklerinin acısını çıkarırcasına, bir günde on iki kez yemek yediğini annesi söylüyor sonradan.
Yokluklara ve hastalıklara direnerek on yaşına varan çocuk M.Ayaz henüz okulla tanışmamıştır.
Köyün kenarındaki baba evi, köye bir saat uzaklıktaki ilkokula yaya gidip gelen çocukların, ısınmak ve dinlenmek için sığınma yeri olur zaman zaman.
Buruk bir özlemle baktığı okullu arkadaşlarından aldığı ucu yamru yumru yarım bir kurşunkalemle yazma özlemini gidermeye çalışan Mustafa Ayaz ancak on yaşında okula gitme olanağını bulur.
1953'te ilkokulu bitiren Ayaz, o yıllarda çoğu köylü çocuğu gibi, ancak yatılı bir okula girebilirse okumayı sürdürebilecektir. Sınavla yatılı olarak girdiği Erzurum-Pulur Köy Enstitüsü, suluboya kutusunu bile ilk kez görebildiği yer olacaktır. Resimden çok matematik derslerine ilgisi ağır basmaktadır. Sekizinci sınıfta iken, Türkçe kitabındaki " Osman Kaptan" okuma parçası onu sanata bulaştıran önemli bir rastlantı olmuştur: Parçada Osman Kaptan' ın fiziksel portresi betimlenmekte ve ödevi bölümünde ise öykü kahramanlarının resminin çizilmesi istenmektedir. Ödev gereği karton üzerine çizdiği porteyi, öğretmeninin görebileceği bir yere, kitaplığın önüne asar Ayaz. Portreyi çok beğenen öğretmeni, "Seni İstanbul-Çapa İlköğretmen Okulu Resim Semineri'ne gönderelim." der.
Artık, İstanbul düşüyle gece gündüz resim çalışan öğretmen okulu öğrencisi Ayaz, Resim Semineri sınavına bir bavul dolusu desenle gider.
Sanat yaşamının önemli bir durağı olan Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bolümü'ne 1960 yılında girer. O yıllarda genç bir öğretim elemanı olarak Avrupa'dan yeni dönmüş olan değerli sanatçı Adnan Turani' nin öğrencisi olarak tutkulu bir çalışma döneminden sonra Resim-İş Bölümü'nü bitirir. 1963-66 yılları arasındaki, Çorum İlköğretmen Okulu Resim Öğretmeni Mustafa Ayaz'ı, birlikte çalıştığı yazar Adnan Binyazar şöyle anlatıyor:
"Tuval, Çorum bozkırının ortasında; Paris'ten, Roma'dan, Trabzon'un Çaykara'sından, Kandinski'lerden, Dufy'lerden renklerle doluydu. Okumadığı zaman resim yapıyordu, resim yapmıyorsa okuyordu. Elinde değnek, yaşamsal bir senfoniyi yönetiyordu sanki."
1966 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Resim — İş Bölümüne asistan olan sanatçı, burada ve Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümünde öğretim görevliliklerinde bulunduktan sonra, Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü öğretim üyeliğinden emekli oldu.
Bu yazıda Ayaz'ın sanatını sanatbilimsel açıdan değerlendirmekten çok, onu bir sanatçı tipi olarak tanıtmak amaçlanmıştır.
Ayaz'ı 1962 yılından beri tanıyor ve izliyorum. 1978'den sonra uzun yıllar aynı çatı altında çalıştık. Daha önemlisi, kendi kendisiyle baş başa olduğu zamanlarda; sarhoşken, ayıkken, hastayken, çalışırken tuttuğu notları okudum. Bunlar, en içten olduğu anlardaki; etkilenmelerden uzak, en yalın, gösterişsiz düşünceleri, kendini ele verişleridir: Sanat anlayışının, acılarının, doyumsuzluklarının, özlemlerinin, nefretlerinin, küfürlerinin, cinsel yaşama bakışlarının dışavurumudur. Az da olsa tanıdığımı sanıyorum onu. Çünkü coşkularını, çocuksu sevinçlerini, burnunda soluyan öfkesini, zıvanadan çıktığı anlarını, insana gereksizmiş gibi gelen kaçışlarını, korkularını, utangaç bir genç kız gibi kulaklarına dek kızaran çekingenliklerini, bîr topluluk karşısına çıkarken soluğunun kesilişini, yerinde duramayan yaratılışını, bazen bir an bile dinlenmeyi beceremeyen tedirginliklerini biliyorum.
Yetiştiği yörenin doğal yapısından tutun da, toplumsal ve kültürel değer yargılarıyla beslenmiş olan; yöresinin halk dansları gibi kıpır kıpır, yerinde duramayan kişiliğiyle, bu Karadeniz çocuğunun resimlerine baktığımızda, kadın temasının ağır bastığı hemen göze çarpmaktadır.
"Gurbetçi" Karadeniz toplumundaki yaşama biçimi, kadın aile yapısı içerisinde en önemli figür durumuna getirmiştir. Kadın, içinde yetiştiği çevre ile bugün içinde yaşadığı büyük kent yaşamının çelişkilerini birlikte içeren; sanatçının kendi gerçeğinin yarattığı bir tiptir. Kadın konusu, plastik öğelerin sanatsal bir içerikle düzenlenmesi gereken bir araç olmakla birlikte, aynı zamanda kendi kendisiyle ve toplumla yaptığı bir söyleşinin, uzlaşmaya varan bir hesaplaşmanın plastik planda gerçekleştirilmesidir. Koyu-açık ve çizgi değerlerinin ince geçişleriyle kadınsallığın tüm renkliliğini ve dokusal yumuşaklığını duyumsatan bu duyarlığının altında, kadının gizemli evrenine olan ulaşılmazlığın çekiciliği ve duyduğu saygı yatar. Mitoslaştırdığı kadınlarındaki saf ve temiz bir kösnüllüğün (erotiklik) görkemi Ayaz'ın figürlerinin özelliğini oluşturmaktadır. Sanatına itici güç olan çok önemli ve güçlü bîr motiftir. Ağır basan bu erotik duyguların dışavurumuna yalın bir anlatım yolu olarak figüratif yorum anlayışının seçimi, sanatçının kendine uygun bir biçim dilini seçenek olarak benimsemesiyle ilgilidir.
Öğretilere, manifestolara göre sanat yapılamayacağını, kişinin kendine göre bir dil yaratması gerektiğini savunarak, hiçbir moda akımın peşine takılmadan bu güne gelmiş bir sanatçıdır Ayaz. Tekkesinde çile çeken bir derviş örneği, gücünü, kendi deneyimleriyle, tükenmek bilmeyen enerjisinden kaynaklanan çalışkanlığına ve içtenliğine borçludur. İçine kapalı kişiliği, onun dışarıya açılmasını engelleyecek boyutlardadır. Aşırı kertede çekingen oluşu, çok sınırlı yakın arkadaş ve dost çevresinin dışına açılmasına da ket vurmaktadır. Ancak bu davranışları onun yaşama sevincinden yoksun ve yaşama küskün olduğu anlamına gelmez kesinlikle. Sürekli resim yapmayı kendisine yaşam biçimi olarak seçmiş, yaşamın "haz"mı çalışmakta bulan bir kişi olarak bilinir. Bir insan ömrüne sığdırılamayacak denli çok sayıda yapıt vermesinin nedenlerinden bîri de kuşkusuz çalışmayı kendine yaşam biçimi olarak seçmesine bağlıdır. Bir sanatçı için yaratıcılığı duyumsamak ve yaşam deneyimlerinin zenginliği ile sanatsal yaratmada itici güç olabilecek doygunluğa ulaşabilmek önemlidir. Yetiştiği ortamın doğal sonucu ve ekonomik yaşam koşullarının gereği olarak Ayaz, sanat yapabilmek uğruna her tür çileye katlanmak zorunda kalmıştır. Kökleşik sanatçı tipinin yazgısını onun yaşamında görmek olasıdır. Tüm olumsuz koşullara karşın üretken bir sanatçı dır. Yağlıboya, suluboya,desen ve özgünbaskılarının sayısı binlere varır.
Resimde biçimin önemini sık sık vurgulayan sanatçının desenlerinde, çoğunlukla tema olarak işlediği insan figürleri, natürmortlar ve doğa görünümleri, alt yapıyı oluşturan geometrik planlarda yer alabildikleri gibi, kaosu andıran bir kompozisyon anlayışı içerisinde düzenlendikleri de görülmektedir. Kimi desenlerinde bir ya da çok sayıdaki figürler; modle edilmiş olarak bir leke, siluet biçiminde ya da yalın-çizgi desen biçiminde yan yana, arka arkaya sıralanmış olarak yer alırlar. Bu istif anlayışı içerisinde birkaç figür birleşerek figürler yığınından oluşan bir motif ortaya çıkmaktadır. Kimi zaman motif, genel kompozisyonu oluşturabileceği gibi, çevreye serpiştirilmiş, çeşitli biçimlerden oluşan yardımcı motiflerin desteklediği ana motif biçiminde de belirebilir. Ana motif genellikle modle edilmiş çıplaklardan ya da somut nesne görüntülerinden oluşurken, yan motiflerin,çizgi desen anlayışındaki insan, hayvan figürlerinden ya da simgesel biçimlerden oluştuğu görülür. Akıcı bir biçemle çizilmiş olan bu desenlerin kimi kez mizah yanlan da vardır.
Gerek biçem gerekse biçim yönünden "yinelemeler" miş gibi algılanabilirlik özelliğine sahip olan Ayaz'ın desenlerine dikkatle bakıldığında, bunların, yoğun bir çizgisel devingenlik içerisinde, resmin tüm yüzeyine yayılmış zengin tiplemeler olduğu görülür. Alışkanlığın getirdiği "şema" tipler değildir bunlar. Resimde yer alan tüm öğeler, yüklendikleri biçimsel ve anlatımsal işlevlere göre, değişik duyarlıktaki çizgilerin yarattığı resimsel bir bütünlükle birleşmektedirler; çeşitli ağaçların birleşerek bir orman bütününü oluşturdukları gibi. Yüzlerce figürün oluşturduğu bir örgü içerisinde birbiriyle ilgisi olmayan biçimler bile bu bütünlüğe hizmet ederler. Sanatçının, bazı konuları sık sık çalışması (Örneğin: dans, ressam ve modeli, gecekondu insanları, portreler vb.) resimlerinin yinelendiği izlenimini bırakmasına neden olmaktadır. Bir sanatçının aynı konuyu döne döne işlemesi doğal olduğu gibi, eğer aynı konuyu ya da motifi zengin çeşitlemeleri içerisinde yapıtlaştırabiliyorsa övgüye değer bulunmalıdır. Tüm yüzeye yayılmış, yazılı tablet etkisini uyandıran kaligrafik desenleri, yaşamın tüm yaşanamamışlıklarına ve yaşanmak istenenlerine ilişkin düşüncelerinin notlarıdır: "Eşyanın durağan biçimini değil, yaşamın tümünü resmetmek istiyorum" derken; o, görüntüsel dış dünyadan çok, ekonomik, toplumsal ve kültürel değer yargılarının biçimlendirdiği kendi psişik evrenini yansıtmaktadır. Anlatmak istediği yaşamın baş oyuncusu genellikle kendisidir. Resimlerinin çoğunda kendisi ve modeli vardır zaten. Hazırlanmış ve tasarlanmış konular değildir bunlar. Onun için tuval, tasarlanmış konuların düzenlendiği alan değil "oyun alanıdır". Ondaki, yaşamakla özdeşleşmiş olan "çizmek" eylemi; bîr noktayla, çizgiyle, bir çıplakla, kendi portresiyle başlar ve kendiliğinden gelişerek konuya ulaşır. Konu hep hazırdır yani: Çıplak, giyinik, yarı çıplak, bir ressam (kendisi) ve modeli ya da çarşaflı bir kadın... Kendisinin de bulunduğu bu evrende, onu en çok ilgilendiren insandır. İnsan ve toplum yaşamının tüm güzelliklerini, çelişkilerini, korkularını, kaçışlarını, isteklerini panoramik bir planda dışa vurmak isteyen safyürek bir yaklaşım içindedir. Öyle ki, zamanın sınırlılığı nedeniyle, konuyla ilgili her şeyi anlatmak isteyen bir konuşmacının telaşı içindeymiş gibidir. Sonuç olarak sanatçı; ister yetiştiği ve içinde yaşadığı toplumun, insan doğasının bir parçası olan "cinsel gerçek"ten bir "günah ve utanç kültürü yaratmış" olma olgusunun yarattığı ikilemi; ister yaşam ve yetişme biçiminden kaynaklanan kişisel korku ve tepkilerini ya da çelişkilerini dile getirmiş olsun yaptıkları gene de kişiliğinin bir yansıması ve iç evreninin adresleri olarak değerlendirilebilir. O çalışırken, bazen çocuk gibi kabına sığmayan bir coşku içinde, bazen çalıya çarpılmışçasına şaşkın, bazen kendi kendini yercesine huzursuz, suratı allak bullaktır. Çizdikçe çılgınlaşan ve insana ürküntü veren ruhsal bir gerilimi birlikte yaşar insan. Öyle bir gerilim ki; ancak "resim cinneti" olarak nitelenebilir. "Acaba resim yapmasa, ne yapardı bu adam" diye düşündüğüm çok olmuştur.
Adam Sanat / Ekim 2002
Mustafa Ayaz’ın toplu sergisini belki de ilk gören benim. Çorum Öğretmen Okulu'na geldiğinde ilk işi, ardiyeyi atölyeye çevirmek oldu. Çürümeye bırakılmış eşyaların yerini sehpalar, tuvaller aldığında, duvarlara astığı resimlerle zamansızlığı yaşamaya başlamıştı bile. Ben, o resimlerin her günkü izleyicisiydim.
Sanat, zamansızlıktır.
Kendi biçemini sindirdiği salonda cansızlığı canlandırıyordu. Atölyesi, galerisi, sanatçısı iç içe geçmiş bir resim dünya’sının tek yurttaşıydı. Okulda eli yüzü boyalı öğrenciler dolaşıyordu. Ayaz, yetenekleri yalnızca parmaklarında olanları seçmiyordu, seçtiklerinin gözlerine de bakıyordu. Eğitimin, yaratıcı insan yetiştirme ilkesini yoğun emekler katarak uyguluyor, iş içinde hem kendini, hem öğrencilerini var ediyordu. Üç beş ay içinde, o üstün desenci yeteneğine geniş tuvaller bulmuş, öğrencilerine boya sürme cesareti kazandırmıştı. "Ömrü, o büyük savaşın hazırlığı ile geçiyor"du.
Bıkmadan, usanmadan resim yapıyordu. Çevresindeki insanların macerasını yansıtmaya da eğilimliydi; ama, o, zamansızlık içinde bir Prometheus gibi, insana can verecek bir ateş'in ardındaydı. İnsan yoktu; insan, sanatçının yarattığıydı. Ayaz, yarattığının gizlerine ermeye çalışan bir uzakçağlar tanrısının soluğunu duyumsayarak, desenlerle, renklerle, biçimlerle yeni bir güzellik dünyasının kapısını aralıyordu.Onun resmi, sanatsal varoluşun simgesidir.
Ayaz, ancak kendi parmaklarıyla çizeceği deseni, kendi gözleriyle yaratacağı rengi, kendi beyniyle kurgulayacağı biçimi arıyordu. Gauguin'e, "Ruhları bekleyen yerli kızın korkusunu ne güzel belirtmişsiniz!" derler de, o da, "Konu o, ama ben o resimde mavi ile yeşili uyuşturmak istedim." der. Ayaz, Gauguin gibi, kendi beğenisinden beslenen uyuşumu yaratmak istiyor; " Kendi gücünü, kendi gerçeğini sürekli araştırıyor" du.
Trabzon'un Çaykara'sında doğup, Çorum'un esintili bozkır havasında, balerin(ler) çizen Ayaz beni şaşırtırdı. Yoğun iç gözlemlerle oluşan bedensel devinimlerdeki kıvrılmalar, Ayaz'ın, beyin erotizmine ulaşma çabalarının ilk kıpırdanışlarıydı. Desen-renk-biçim üçlemi Ayaz resminin titreşim noktalarıdır. Ayaz, özellikle renkleriyle, aykırılıkları uyuşuma dönüştüren inceliklerin ressamıdır. Kadın çizimlerinde (Kendinden başka erkek var mıdır onun resimlerinde?) kullandığı egemen renkler (Ayaz kırmızısı, Ayaz beyazı, Ayaz karası) onun sanatsal erotizminin de kaynağıdır. Gözde sessel bir titreşim etkisi yaratan erotizm, kurguladığı bu uyuşumsal dengenin sonucudur. Yaratan sanatçı ile, yaratılan varlık arasındaki bu ince dengeyle kurulur Ayaz resminin beğenisi. Onun için, yarattığına gözle bile el sürdürmeyen gizli bir tanrı gibi, Ayaz, hemen her resminde görüntülenir. Renk olarak da, desen olarak da siliktir bu görüntü; ama, belirgindir. Sanki varlık olarak yok da, yaratı olarak var; ancak sanatçının yaratabileceği insan boylamında... Her resminde, görüntüsüyle, yokluğunu duyumsayan, ama varlığını da yadsımayan bir artkişi... Ayaz, "Tüm yapıtlarım, hapsedilen aşkların öyküsüdür."yargısıyla da bunu vurguluyor.
Ne çizerse çizsin, ressam, çizdiğini simgeleştirir; renkle, biçimle dondurur onu. Bilinçaltında, çizdiğinin kendisinden uzaklaştığı korkusunu yaşar. Bu bağlamda, Ayaz, resimlerindeki kendi figürüyle, kendi yarattığına bir sığınma duygusu içindedir. Horoz görünümünde, erkeklik simgesi olarak nitelenen Ayaz figürü, gerçekte, resmi ile kendi arasında oluşan bir içbenlik karmaşasını yansıtır. Silik çizgilerle, sıvama renklerle belirse de, öbür figürler durağan, Ayaz figürü ise devingendir. Bu figür, yarattığını kaptırmamak için savaşa hazırlanan bir koruyucu güç, sığınılan bir kucak, yarattığını içinde barındırma duygusudur.
Hep düşünürüm; resim görüntü müdür, çağrışımlar karmaşası mı; sanata yaklaşılır mı, sanat mı kendine yaklaştırır; yaklaştıkça çağrışımlarla sarmalayıcı, uzağındakini dışlayıcı bir gücü de yok mu?
(Zafer Gençaydın’ın Mustafa Ayaz’ın sanatçı kişiliği ve müzesi hakkında yazdığı kitaptan seçmeler…)
Bu kitapta, 1962 yılından beri tanıdığım ve 1978'den sonra da aynı çatı altında yıllarca birlikte çalıştığım Ayaz'ın sanatını sanat/bilimsel açıdan değerlendirmekten çok onu bir sanatçı tipi olarak tanıtmak amaçlanmıştır. Daha önemlisi, Ayaz'ın kendi kendisiyle baş başa olduğu zamanlarda, aklına geldikçe tuttuğu notları okudum. Bunlar en içten olduğu anlardaki, etkilenmelerden uzak, en yalın, gösterişsiz düşünceleri, kendini ele verişleri; sanat anlayışının, acılarının, doyumsuzluklarının, özlemlerinin, nefretlerinin, yaşama bakışlarının dışavurumudur. Bir ölçüde tanıdığımı sanıyorum onu. Çünkü coşkularını, çocuksu sevinçlerini, burnundan soluyan öfkesini, zıvanadan çıktığı anlarını, insana gereksizmiş gibi gelen kaçışlarını, korkularını, utangaç bir genç kız gibi kulaklarına dek kızaran çekingenliklerini, bir topluluk karşısına çıkarken soluğunun kesilişini, huzursuzluklarını, çıkarcılıklara ve ilkelliklere ifrit oluşunu, yerinde duramayan yaratılışını, bazen bir an bile dinlenmeyi beceremeyen tedirginliklerini biliyorum. Kimi kez ipek gibi yumuşak, sevecen, yerine göre de granit gibi sert, kararlı tavırlarını; yaşamın çelişkilerini yakalayan kara mizahçı, espri küpü yönünü ve mide sıkışmalarını kalp krizi sanan kaygılarını da…
Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümündeki öğrencilik yıllarından beri tanıdığım ve sonradan aynı kurumlarda birlikte çalışmış olmamız nedeniyle, meslektaş ilişkilerinin ötesindeki derin saygı ve sevgiye dayanan dostluk bağlarının sonucu olarak, Mustafa Ayaz’ın sanatçı ve eğitimci kişiliğini az-çok tanıyabilmiş olmam doğaldır. Bir sanatçının doğasını ve sanatını en iyi bir biçimde ancak yine başka bir sanatçının tanıyabileceğine ve anlayabileceğine inanıyorum. Çünkü sanat ya da herhangi bir alanla ilgili bilgi sahibi olmakla anlamak aynı anlama gelmemektedir. Yani bir konuyla ilgili olarak, bilinen hazır bilgileri toplamakla o bilgileri keşfetmek aynı şey değildir. Bir konudaki bulunmuş bilgileri derleyip toplayarak bilgi sahibi olunabilinir ama duygular yaşanmadan bilinemez. Örneğin, doğum olayını hiçbir ana bir doğum uzmanı kadar bilemez ama doğurmamış hiç kimse de analık duygusunu bilemez. Bu nedenle sanatçının yaratma sürecindeki duygularını ve sorunlarını da ancak bir başka sanatçı bilebilir.
Hani, damdan düşen Nasrettin Hoca’ya yardım etmeye çalışanlara: “Bana damdan düşen birini çağırın!” örneği; belki de bu düşünceyle, kendisi hakkındaki bu kitabı yazmamı istemiş olabilir Ayaz. Ne denli haklı çıkmıştır bilemiyorum ama umarım ikimiz de yanılmamışızdır. Sonuç ne olursa olsun bu işi severek yaptığımı söylemeliyim. Ve aklıma bir şey takılıyor:
Türk eğitim tarihinde yalnızca on yıllık ömrü olan ve fakir köy çocuklarının okuyabilme olanağı bulabildikleri köy enstitüleri olmasaydı, ailenin beş çocuğu içerisinden okutabildiği tek çocuk olan Ayaz gibi bir yetenek acaba ne olabilirdi? Çok iyi bir marangoz olabileceği olasılığı belki çok yüksekti ama acaba sanatçı olarak ortaya çıkabilir miydi? Bilemiyorum!
KABATAŞKÖYÜ’NDEN PULUR KÖY ENSTİTÜSÜ’NE…
1938 yılının Ağustos'unda, Trabzon-Çaykara İlçesi Kabataş Köyü'nde, ailesinin dördüncü çocuğu olarak dünyaya gelen Mustafa Ayaz'ın çocukluğu, Avrupa'yı kan ve ateşe boğan II. Dünya Savaşı'nın getirdiği ekonomik bunalımların içerisinde geçer. Savaş yıllarının yoklukları içerisindeki bakımsızlık ve hastalıklarla dolu çocukluk yaşamı, nerdeyse, o yıllardaki her kırsal kesim çocuğununki gibi onun da yazgısı olmuştur. Doktor yüzü görmeden, günlerce süren ağır ve ateşli bir hastalıktan sonra yeniden dirilir. Dokuzuncu gün gözlerini açtığında, hastalık boyunca yiyemediklerinin acısını çıkarırcasına, bir günde on iki kez yemek yediğini annesi söylüyor sonradan. Yokluklara ve hastalıklara direnerek on yaşına varan çocuk M. Ayaz henüz okulla tanışmamıştır. Bin bir yokluk ve zorluklar içinde yaşamlarını sürdüren çilekeş köylü çocukları gibi o da erkenden kalkıp tarlada-yabanda işlere el atmak, koşuşturmak; gerektiğinde, köyün uzağındaki kalif denilen çardaklarda tek başına kalıp, kızdırma adı verilen yassı taşı ateşte kızdırarak yiyeceği ekmeğini bile kendisi pişirmek zorundadır. Kırsal yaşam koşullarının sıradan olayları gibi görülen ve çocukluğun çetin anıları olarak anımsanan bu tür yaşanmışlıkların insan yaşamının anlamını zenginleştiren önemli deneyimler olarak, bireyin gelecekteki düşünsel dünyasını etkileyen ve kişiliğini biçimleyen olaylardır. “Sanatçı kolaylıklardan kaçınmalıdır” sözünü söyleten ve onun yaşam karşısındaki tavrını belirleyen; yaşamı kendi kendisine zorlaştıran yanı, işte küçük yaşlardayken zorluklar karşısında yüklenmek zorunda kaldığı sorumlulukların kazandırdığı bir özellik olsa gerek. Beş çocuktan, ailenin okutabildiği biricik çocuğu olmasına karşın, bu ayrıcalığın onu şımartması şöyle dursun; eve destek olabilmek amacıyla, küçük yaştan beri yüklendiği iş ve görev sorumluluğu, çocukluğunu bile doğru dürüst yaşayamamasına, erken olgunlaşmasına neden olmuş ve ona çekingen bir karakter özelliği kazandırmıştır.
Köyün biraz dışındaki baba evi, köye bir saat uzaklıktaki ilçe ilkokuluna yaya gidip gelen çocukların, ısınmak ve dinlenmek için sığınma yeri olur zaman zaman. Buruk bir özlemle baktığı bu okullu arkadaşlarından aldığı, ucu yamru-yumru açılmış yarım bir kurşunkalemle yazıp çizme özlemini gidermeye çalışan Mustafa Ayaz ancak on yaşında okula gitme olanağını bulur. Kendisinden önceki kardeşleri; ablası ve iki ağabeyi de okuldan nasiplerini alamamışlardır. “Aileden hiç olmazsa birimiz okusun” diyerek ağabeyi yazdırır onu okula. 1953'te ilkokulu bitiren Ayaz, o yıllardaki köylü çocuklarının büyük çoğunluğu gibi, ancak yatılı bir okula girebilirse okumayı sürdürebilecektir.
ÇAPA RESİM SEMİNERİ’NDEKİ ÖĞRENCİLİK YILLARI
Çapa Resim Semineri’nde öğrencilerini güdüleyerek yaratma heyecanını sürekli diri tutabilen İlhami Demirci ve Malik Aksel gibi sanat eğitimcilerinin öğrencisi olma olanağını yakalayan Ayaz tam da istediği ortamı bulmuştur.
Kuruluş amaçlarının gereği olarak kentten uzakta olan ve sonraları yalnızca erkek öğrencilerin okuduğu köy enstitüsünden Ä°stanbul gibi bir kentin çok değişik toplumsal yaşam ortamına gelen Ayaz, ergenlik çağındaki kızlı erkekli öğrencilerin coşku dolu yaşantısına uzak durma duygusuyla sanat öğrenme tutkusunun birbirine karıştığı bu kültür ikliminde hummalı bir çalışmaya girer. Örneğin; arkadaşları boş zamanlarını ara sıra da olsa dans edip eğlenmeye ayırırken, o onlara katılamamanın boşluğunu atölyede resim yaparak doldurmaya çalışmaktadır. Arkadaşları arasında sevilen ve aynı zamanda sevgi dolu bir öğrenci olmasına karşın o insanlara duyduğu sevgi oranında yalnız olmayı yeğlemiştir. Van Gogh’un; “İnsanlardan kaçmamın nedeni sevgisizlik değil, insanların küçüklüklerindendir.” gibisinden de değildir onun yalnızlığı seçmesi; aksine sevgi doludur. Ancak onun yalnızlığının, “sıkıntıya ayrılmış zaman değil, yaratıcılığa ayrılmış bir zaman” olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz. Çünkü toplumsal yaşamın eğlenceli yanının çekiciliğine kapılanların yaratıcılığa zaman ayırma olanağı bulamayacakları bir gerçektir. O, yaratmak için yalnızlığı bilinçli olarak seçtiğinin ipuçlarını zaten daha önceden veriyor bize.
GAZİ EĞİTİM ENSTİTÜSÜNDEKİ ÖĞRENCİLİK YILLARI
Bir yıllık ilkokul öğretmenliği deneyiminden sonra, 1960’da, bu kez girdiği sınavı kazanarak Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü öğrencisi olan Ayaz, Avrupa’dan ülkesine yeni dönmüş genç bir hocanın tezgâhında sanatsal geleceğini örmeye, biçimlemeye başlar. Benim de öğrencisi olma ayrıcalığına ve mutluluğuna erdiğim bu eğitimci Prof. Dr. Adnan Turanî’dir.
Çapa Eğitim Seminer’inde olduğu gibi Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümündeki öğrenimi boyunca da hem arkadaşlarını imrendirecek bir verimlilikle çalışmalarını sürdüren çalışkan bir öğrenci olarak, hem de ilginç olduğu kadar saygın kişiliğiyle de, arkadan gelenlere örnek olacak biçimde, dikkatleri çekmekteydi Ayaz. Bırakın sanatçılar hakkında kitap ve benzeri yayınları, devlet sergileri için bile katalog basılamadığı o yıllarda, bir yazın dergisi olan Varlık’ta, örneğin, Ayaz gibi genç sanatçıların desenlerinin basılması sanat öğrencileri için özendirici etkendi. Sanatçı tipine örnek bir öğrenci olarak Ayaz, yalnız desenleriyle değil nitelikli bir boya ve fırça beğenisine sahip soyutlamacı anlayıştaki resimleriyle de ilgi odağı olabilmişti. Basit biçim çarpıtmalarının soyutlama; geometrik biçimlerle düzenlenen beylik kompozisyonların ise “modern resim” sanıldığı o yıllarda; öğrenci düzeyinin üstündeki işleriyle katıldığı Devlet Resim ve Heykel Sergilerinde de yalnız hocalarının değil aynı zamanda sanat çevresinin de beğenisini hak eden Ayaz’ın kendisinden söz ettiren sanatçı kimliğine sahip olduğunu söylemek abartı sayılmaz.
AYAZ’IN EĞİTİMCİ KİŞİLİĞİ
Yalnız sanatçı olarak değil aynı zamanda iyi bir sanat eğitimcisi olan Ayaz, eğitimci kişiliğini de sanatçı kimliğine borçludur. Bir sanat eğitimcisinin öğrencilerini etkileyebilmesi büyük ölçüde onun sanatsal yaratıcılık yönüne bağlıdır.
Sanatçı kişiliğiyle ülke sanatında önemli bir yeri olan Ayaz, yetiştirdiği birçok sanatçı ve sanat eğitimcisi ile de türü tükenmekte olan üstün nitelikli eğitimci olarak bilinen ve takdirle anılacak bir değerdir kuşkusuz. Asistanlığından beri uzun yıllar çalıştığı Gazi Eğitim Fakültesinde olsun, Hacettepe Üniversitesi Güzel sanatlar fakültesinde olsun, bir eğitimci olarak Ayaz, gerek meslektaşları gerekse öğrencileri arasında her zaman saygın bir yer edinmiş ve sanatçılar yetiştirmiştir.
AYAZ’IN SANATÇI KİŞİLİĞİ
“Her gün için 24 saat değil, 240 saat gerek. İşte ancak o zaman düşüncelerimi, arzularımı gerçekleştirme olanağı bulabileceğim” diyen Ayaz için resim yapmak, kendisiyle ve yaşayamadıklarıyla baş edebilmek; bastırdığı geçmişi kazanabilmek, yaşayamadıklarını geri alabilmek ya da acısını çıkarabilmek gibi bir şeydir. Diyor ki: “Ben suskun bir insanım ama içimden bağırmak gelir hep.” Suskunluğu bağıramayışındandır. Bağırabilse resim yapma gereğini de duymayabilirdi belki de. Günlük yaşamında mutluluğun en alçak gönüllüsüyle yetinebilen, varsıllığın ve yoksulluğun hiçbir düzeyine aldırış etmez gözüken bu insan sanatın büyüsünde kendini yitirmemiş olsaydı belki de çıldırabilirdi. Bir volkan gibi uyuyan iç dünyasının huzursuzluğundan ancak resimleriyle ehlileştirerek yarattığı coşku dünyasına sığınarak kurtulabilmektedir. İç dünyasından çıkıp dış dünyaya döndüğü zaman sıkılıp bunalır.
Henüz Gazi Eğitim Enstitüsü öğrenciliği yıllarında bile el yazısı çabukluğunda çizebilen bir desen ustası olarak bilinirdi Ayaz. Onun desenleri boya resim kompozisyonları için hazırlanan taslak niteliğindeki çizimler ya da resme yeni başlayanların eğitimi için, sanatın ABC’si sayılan alıştırma anlamındaki doğa ve nesne etütleri değil, üst düzeyde sanatsal beğeninin örnekleridir.
Eski sanatçılar, deseni, yapacakları kompozisyonlarına taslak hazırlama amaçlı bir teknik olarak görmüşlerdir. Böylece boya resme bağımlı ikinci derecede plastik anlatım aracı olarak kalmıştır. Böyle bir anlayışın gereği olarak da, eski ustaların bağımsız bir desen sergisi açtıkları pek alışılmış olaylardan değildir. "Desen resmin çatısı, iskeletidir." hatta anasıdır denmesine ve bu görüşün her zaman saygınlığını korumasına karşın, boya resmin boyunduruğundan kurtulamamış, onun tamamlayıcısı ya da hizmetçisi olarak kalmış; çocuğuna karşı "rüştünü" çağlar boyunca kanıtlayamamıştır. Ta ki, “sanatsal yaratmada soylu ya da soysuz gereç yoktur” (Picasso) düşüncesinin kavranmaya başlandığı yüzyılımızın başlarına dek…
Sanatçıların büyük bir çoğunluğunun genellikle tablo resim yapıtlarıyla ortaya çıkmalarını, desenin zamana ve dış etkenlere daha dirençsiz oluşuna ya da sanatsal sığlığına bağlamanın olanağı yoktur. Tersine sanatçının doğayı algılama ve çözümleme gücünü en yalın biçimde yansıtan bir teknik olması açısından kişiliği çabuk ele verici bir özelliğe sahiptir.
"Ressam görünmek isteyenler durmadan boyasın; gerçekten ressam olmak isteyenlerse durmadan çizsinler." diyen desen ustası Ayaz'dan, genç sanat öğrencilerinin öğrenecekleri çok şey var.Türk resim sanatında yadsınamayacak bir yer tutmuş olan Mustafa Ayaz'ın desenlerinden oluşan bir kitabın daha önce yayımlanmış olması, yetişmekte olan sanatçı kuşaklara örnek olması açısından önemlidir.
1973 – 1980 DÖNEMİ
Ülkemizde sanatçılar adına ya da anısına kişisel olarak veya çeşitli kurumlar, kuruluşlar tarafından mekânlar ve müze-evler düzenlenmekle birlikte; hiçbir destek ve yardım almadan, salt müze ve sanat merkezi olarak tasarlanmış olan bu yapıyla bir ilki de gerçekleştirmiş oluyor Ayaz. Böylece de yalnız bir sanatçı olarak yapıtlarıyla değil, aynı zamanda kamunun yararlanabileceği bir kültür hizmetinden dolayı da adını tarihe daha şimdiden yazdırmıştır.
80’Li YILLAR VE SONRASI
Ülkemizdeki birçok sanatçı gibi Ayaz’ın da baskı resimden seramiğe dek sanatın öteki dallarıyla ilgilendiği bilinmektedir. Ama daha çok heykele ilgi duymuş ve değme heykeltıraşlara taş çıkartacak başarılı heykeller yapmıştır. Örneğin, kendi adına yaptırdığı Mustafa Ayaz Müzesi ve Plastik Sanatlar Merkezi Vakfı önündeki heykeller kendisi tarafından özel olarak o yapı için tasarlanmıştır.
SONSÖZ
Ayaz’ın, gerek her yönüyle ilginç kişiliğini gerekse sanatını ayrıntılarıyla anlatmak kuşkusuz bu kısa yazının kapsamının çok dışındadır.
İnsanlardan bu denli uzak durmasına karşın sanatını topluma bu denli sevdiren sanatçı çok az bulunur sanırım. Ancak onda, toplumundan kopuk moda akımların peşinde koşan, ya da ‘bohem’ sanatçı tipini de göremezsiniz. Söylenenlere hiç aldırış etmeyen, kökü toprakta çağdaş bir halk ozanı gibi, o da toplumunun uzantısı olarak duyumsadıklarını resim sanatının diliyle yansıtan görselliğin ozanıdır.
“Mustafa Ayaz’ın sanatı, soyuta en yaklaştığı dönemlerde bile izleyici ile ilk anda doğal bir yakınlık kuran ve aşinalık duyuran nitelikte. Mustafa Ayaz’ın resimlerinin izleyici ile kurduğu bu rahat ilişki, ve kendilerine özgü bir evreni yaratmaktaki doğallıkları çoğumuza Ayaz’ın Türk resmi içindeki farklılığını unutturabilir. Ayaz’ın sanatının bileşenlerinde Yirminci Yüzyıl sanatı ve Türk kültürünün birçok temel motifini keşfedebiliriz. Ancak sonuçta ortaya çıkan sentez başlı başına bir Ayaz biçemidir.”( Jale N. Erzen )
Nasıl ki, insan konuşurken, sözcükler düşüncenin kalıpları ve kavramların simgeleri olarak ağızdan dökülüverirlerse, Ayaz'ın desen çizişi de, kendi psişik evreninin resimsel sözcükleri olarak dökülüşü gibidir. O çalışırken, bazen çocuk gibi kabına sığmayan bir coşku içinde, bazen çalıyla çarpılmışçasına şaşkın, bazen kendi kendini yercesine huzursuz, suratı allak bullaktır. Çizdikçe çılgınlaşan ve insana ürküntü veren ruhsal bir gerilimi onunla birlikte yaşar insan. Öyle bir gerilim ki, ancak "resim cinneti" olarak nitelenebilir. Zamanı borç almışçasına durmadan çalışan bu adam acaba resim yapmasa, ne yapardı? diye düşündüğüm çok olmuştur.
Kelimelerin ve renklerin tükenmediği yerde, fırçasıyla 49 yıllık sanat serüvenini geride bırakmış bir eğitimci ve ressam Mustafa Ayaz Hoca. Ankara Balgat semtinde inşası devam eden Mustafa Ayaz Müzesi ve Kültür Merkezi’nin sahibi Ayaz Hoca’nın en büyük düşü, yakın bir gelecekte gerçekleşmek üzere ve Ankaralı sanatseverler, onun ismiyle anılan bir sanat çatısı altında olmaktan sanırım büyük haz duyacaklar. Müze Kültür Merkezi inşaatının Mimarlığını Kadri Atabaş ile Ufuk Ertem, Müteahhitliğini ise damadı ve aynı zamanda yeğeni olan Sinan Ayaz üstlenmiş.
Mustafa Ayaz Hoca ile Ancyra okurları için özel bir görüşme gerçekleştirdik Müzecilik hakkında konuşalım hocam, neden böyle bir işe giriştiniz?
M.A. Aşağı yukarı 20 senedir kafamda bu iş var. Maddi olarak her şeye ulaştım. Çocukluğumda çok sıkıntılar çektim. Zaman içerisinde her şeye kavuştum bu artı geliri bir Mustafa Ayaz Müzesi ve Kültür Merkezi yapmak için ayırdım, tasarladım ve 3 yıl önce de bunu gerçekleştirdim. Onun için çok mutluyum insanoğlu hep hedef koymalı önüne. Hedefi olmayan insanın bir şey yaratacağını sanmıyorum. Bu iş bittiği zaman yine önüme başka bir hedef koyacağım. Onu bilmiyorum şimdilik. Ama mutlaka önümde bir hedef olması gerekiyor. Belki daha büyük anıtsal resimler yapma hedefi olacak. Belki heykel, seramik gibi diğer dallarda eser verme hedefi olacak. Ama şu anda önümdeki hedef bunu bitirmek.
Sema Öztoprak’ın Haberi
SANATÇI KENDİNE SAHİP ÇIKMALI
Kişisel müzecilik kavramı üzerinde duralım isterim. Örneğin İstanbul Modern, bu anlamda hayli bilinen bir mekan niteliğinde ve tanıtımıyla hep gündemimizde yer aldı. Kişisel müzeciliğe ilgi giderek artıyor sanki, ne dersiniz?
M.A. İstanbul Modern’i görmedim maalesef. Olması güzel bir şey. Yavaş yavaş bunlar çoğalacak. Mustafa Ayaz Müzesi ve Kültür Merkezi, amacına uygun projelendirilmiş bir müze ve Türkiye’de bir ilk olacak sanıyorum. Ankara’da bir tek Şefik Bursalı Müzesi bulunuyor ama bu kapsamda değil. Bildiğim kadarıyla İstanbul’da da yok. Hepsi de bina alınarak restore edilmiş yerler. Ama bizimki sıfırdan bu amaç için hazırlanarak hizmet verecek O bakımdan tek diyebilirim. Geçenlerde Adnan Turanı, oğlu Can ve Galerici Mehmet Kıyat Avrupa’ya gittiler. Döndüklerinde bana, devletin, Avusturya’da 3. derecedeki sanatçılarına bile sahip çıktığını ve onlara müzelerden tutun da neler neler yaptırdıklarını anlattılar. Cumhuriyet tarihinden bu tarafa müzecilik konusunda gereği kadar ilerleyemedik. Her şeyi devletten beklemememiz gerekiyor. Özel kuruluşlar, gücü yeten ressamlar, örneğin bende olduğu gibi buna teşebbüs etmesi gerekir. Hep otel olmaz yani. Hep turizme yatırım yapılmaz. Biraz da sanata yatırım gerekiyor. Türkiye büyük bir ülke. Parası var. Bu paranın çok az bir kısmı da olsa bu güç, sanatsal aktiviteye yönlendirilmeli. Hep ticari amaçlı olmamalı. İnsanlar, sanatın her dalına hizmet etmeli. Yıllar önce şöyle bir şey yazmışım defterime... Devlet sanatçıya sahip çıkmıyorsa, sanatçı kendine sahip çıkmalı Yani hep beklersek ki devlet bize sahip çıksın, devlet bize müze yapsın, devlet bize galeri yapsın, ilelebet yapmaz ve biz de tembel tembel otururuz.
Biz kendimize sahip çıkmalıyız. Örneğin ben, Türkiye’de benden daha çok resim satanlar var. Ama bu paralar çarçur ediliyor sağa sola. Ben çok hesaplı bunları biriktirdim.
S.Ö. Sanatsal bir geri dönüşüm hesabı olmalı bunun?
M.A. Kesinlikle... Dediğim gibi çok büyük paralar gerekmiyor bunu yapmak için. Yani bir sanatçı için, bir öğretmen için, bir memur için, çok büyük para. Bir ressamın bugün bir yılda değil de, 30-40 yıl içerisinde biriktirebileceği bir para belki de. Eğer parasını iyi kullanırsa.
S.Ö. Bina hakkında teknik bilgiler verebilir misiniz, Kültür Merkezi’nde neler yer alacak?
M.A. Buranın 4600 metre kare kullanım alanı var. Öndeki boşluğu da sayarsanız 5000 metrekareye yakın. 3 kat benim resimlere ait olacak. En üstte kendime ait bir atölye ve bir de özel atölye yer alacak. Oranın nasıl kullanılacağı henüz belli değil. Giriş katında bir Art kafe var. Kütüphane, arşiv ve galeri, belki 2 galeri olabilir. Hediyelik eşya satış kısmı ve onun altında 3 atölyemiz var. Galeri de olabilir. Bunları ben, resim, grafik, heykel olarak düşünüyorum. En alt katta 40-45 arabalık kapalı garaj alanımız bulunuyor. En üst katta Ankara manzaralı bir teras var. Toplam garajla birlikte 6 kat olarak planlandı ve yapılıyor. Benim amacım buraya gelir getirmek. Benden sonra buranın yaşaması. Ama nasıl yaşaması; yine sanat üreterek yaşaması. Müze bittiği zaman, Mustafa Ayaz Müzesi ve Kültür Merkezi Sanat Vakfı olacak mutlaka. O kesin. Biz burayı başka türlü de finanse edebilirdik ama o sanat dışı olurdu. Örneğin bağımsız alanı birkaç tüccara kiraya versek, buranın gideri haydi haydi çıkardı. Böyle olmasını istemedim.
S.Ö. Bunu bir emek borcu gibi düşünüyorsunuz sanırım...
M.A. Buranın masrafını sanat yoluyla çıkarılsın istedim. Biz bu paraların bir kısmını halktan bir kısmını yabancılardan aldık. Onları yemedim, bitirmedim. Bu amaç için o paraları burada kullanıyorum Sanıyorum 2007’de bitecek. Yardım almak istemiyorum. Parasal durumlar nedeniyle açılışım gecikebilir. İstiyorum ki tamamıyla bitireyim, içine de resimlerimi koyayım. Ondan sonra Vakfa dönüştüreyim. Tamamen kendi katkılarımla olsun istiyorum. Buraya korkunç paralar öneriyorlar. Ama diyorum ki ben gençliğimden beri tasarladığım bir rüyayı harcayamam.
S.Ö. Ayaz’la söyleşimiz son bulurken, şu notu düşmek isterim.Sonuçta Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ve Ankara Büyükşehir Belediye’sinin AKM projesinde yer alan kültür ve sanatla ilgisi olmayan tesislerin ve rant getirecek yapıların yer alacağına ilişkin iddialarla çalkalanadursun, sanata ve sanatçıya saygıyı bizlere bir kez daha anımsatan Ressam Mustafa Ayaz’a minnetle...
Dört bin sayfayı bulan Binbir Gece Masalları'nın bir sayfasında. "Güzellik onu aşkla arayana görünür" sözüyle karşılaşınca, Mustafa Ayaz'ın resim dünyasına biraz daha yaklaştığımı anladım. Resim, bir varlığı yakından tanımlamadır. Kişinin, ancak yakından tanımladığını daha çok sevdiği de bir gerçektir. Yüzlerce resmini, desenini, eskizini gördüğüm Ayaz'ın 'güzelliği', resim yoluyla varılacak sınırsız bir erotizm olarak algıladığını göz önünde bulundururken, 'yakından tanımlama' olgusunun onda sanatsal bir çaba olduğunu düşünüyorum. Ayaz'ın resimlerine, doğada varolanın ötesinde bir 'yaratı" öğesi olarak bakanlar, tuvaline yansıyanlarda, erotik duygunun aşınmaz güdüsünün derin izleriyle karşılaşacaklardır. Kim bilir hangi tutkuyla, Ayaz, nerdeyse hiçbir figürünün yanından ayrılmaz, ne yapıp eder, bir 'çizgi' de olsa. kendini resmin hır yerine yerleştirir; resmin ana temasıyla, 'Ayaz' adlı o güzellik bekçisi birbiriyle kaynaşır. Resmi derinliğine yorumlayanlar, tuvalde, okşayıcı ya da hırpalayan, tanrı sessizliğinde bir sevgilinin yansımasını da görebilirler. Hemen her çalışmasında. görünümü silik kalsa da. 'Ayaz deseni' ile temayı belirleyen 'resim' arasında; kıskançlıktan mı, acıma duygusundan mı, güzelliği yitirme korkusundan mı, her nedense. Tanrıyla kul arasındaki yazısız bir akta (anlaşma) benzeyen 'gizli' bir akt yapılmıştır. Bu, ressamın, yarattığını elinden çıkarma korkusu, ya da yarattığını sahiplenme tutkusu olarak yorumlanabilir. Öyle ki, herkes resim satmanın bin bir yolunu ararken. Ayaz, resminin elinden gideceği korkusuna kapılır ve "En güzel yapıtlarım, yarışmalara vermediklerimdir" der. Resim, doğada varolanı yeniden var ederek bir 'güzellik' yaralımı olduğuna göre, yaratanın yarattığına sahip çıkması, sanatsal varoluşun gereğidir. Resim, bir açıdan da, yaratılmış olanda, sanatçının kendini yeniden var etme düşlemidir. Sanatçı, bu düşlemi, yaptığının her noktasında beyin ve göz enerjisinin izini bırakarak gerçekleştirir. Yapılan birçok çalışmanın 'boyama' aşamasında kalması, bu enerjinin eksikliğine bağlanır. Onun için resim yapan çok, resim azdır.
John Berger, "Sanatın kullandığı her dil doğa karşısında duyduğumuz anlık heyecanı ölümsüzleştirme çabasının sonucudur. Sanat, güzelliğin kuraldışı bir şey olmadığını varsayar-sanat açısından 'güzel', düzene rağmen var olan bir şey değil-düzenin ta kendisidir. ...Sanat salt doğayı taklit etmez, sanat yaratılmış bir şeyi taklit eder. ...Sanat bizde varolan bir şeyi tanıma gizilgücünü sürekli bir güce dönüştürme girişimidir" diyor. Sanatçı için dünya, desenler ve renkler karmaşasıdır. Sanatçı, bu karmaşadan sanatsal bir düzen yaratarak, varoluşu tanıma gizil gücünü sürekli güce dönüştürür. Sanatın dışında her şey, teknikte olduğu gibi bir kenetlenme, hır yer değiştirme eylemidir. Sanatçı, 'ölümsüzlüğün' ardındadır. Ölümsüzlük ise, sanatsal yaratının var ettiği güzelliği algılama duygusudur.
Resmi 'ölümsüzleştirme çabasının sonucu' sayan Berger, Modigliani'yi, resmettiği kadınlar açısından incelerken şu sonuca varıyor: "Modigliani, resimlerinin hem insan tenine hem insan ruhuna seslenmesini istiyordu. En iyi yapıtlarında da, yalnızca yoğun bir özlem aracılığıyla değil, kullandığı ressamlık yöntemiyle bunu gerçekleştirmişti. Resimlerinin bu kadar benimsenmesinin nedeni aşktan söz etmeleridir. Çoğu zaman açıkça, kimi zaman da daha örtülü bir biçimde cinsel aşktan. Birçok ressam sevgililerinin resimlerini yapmıştır. Picasso gibi bazı başka ressamlar da kendi isteklerinin titreşimiyle yönlendirilmiş sevgili görüntüleri çizmişlerdir. Modigliani ise seven birinin resimde sevgilisini yarattığı resimler çizmiştir. (Kendisi ile modeli arasında bir duygu bağı olmadığı zaman, resimleri başarılı olmamış, yalnızca birtakım karalamalar ortaya çıkmıştır.)"
Yaratı dünyasını Modigliani ile eşleştirdiğim Ayaz, modelin değil, belleğinde yarattığı güzelliklerin ressamıdır. Bundan dolayı, çocukluk bakışlarının belleğine yerleştirdiği köy kadınlarının kapalı bacakları, kırk elli yıl sonra, bütün bedenine siyahlar giyinmiş çıplaklar olarak yansımıştır tuvaline. Yaşı ne olursa olsun, ressam, yüreğinden beslenen gözlerle bakar nesnelere. Ayaz, sanatının alanını belirlerken, "Doğanın optik görünümü doğanın olsun; bana onun hamuru, yaşamıma giren anısı, sanat motifi haline gelebilecek genel yasaları gerek" diyor. 'Yaşamına giren anı', 'zaman' içinde sürekli gelişerek, yüz bin kadın çizse, yüz bin kadının da yüzleri aynı olsa, onun, resimle duyumsatmak istediği, sanatsal yaratının kendine özgü yansımasını algılamadır. Ayaz, yaşamı boyunca, 'güzel bir şey yakaladı mı, onu yeniden güzelleştirmeye', Berger'in belirttiği gibi, 'gizil gücü sürekli güce dönüştürme'ye çalışmış; bunu -ancak "güzelliği kendi içinde duyumsayan' sanatçının oluşturacağına inanmıştır.
Bir gün, soyutlama aşamasındaki bu görüşlerimin, resim yaparken izlediğim Ayaz'da nasıl gerçekleştiğine tanık oldum.
Ankara'ya her gelişimde atölyesine uğradığım Ayaz, son gördüğümde, coşkularının mutlu sınırlarında, sevinçten uçar gibiydi. Ankara'nın parlak güneşi atölyesinin duvarlarına sıraladığı resimlerine can veriyordu sanki. Ben de, içimizde aynı güneşin kıpırdadığını algılıyor, bundan mutluluk duyuyordum. Ayaz, çoğunlukla kendine yakıştırdığı hastalıklardan, gerilimlerden hiç söz etmedi o gün. Odadan odaya girip çıkıyor, bana bir şeyler yedirip içirmek istiyordu. Yuvasına bir radyum taşı gibi yerleşmiş gözleri, dışarıya değil, içinde bir yerlere bakıyordu. Birkaç gün önce, İstanbul'a telefon edip, "Ankara'ya erken gelmeye çalış," dedi. Kırk yıllık arkadaşımın yaratıcı gözlerinde kendimi görmek, onun çizgileriyle, renkleriyle var olmak, yıllarca kurduğum bir düştü.
Düş gerçekleşiyordu...
Karşısına oturmuş, o benim resmimi yaparken, bende onun davranışlarını gözlemeye başlamıştım. Aramızdaki ayrım, onun, bedeniyle, elleri ve gözleriyle durmadan devinmesi; benim, bir çizi gibi yerime çakılıp kalmış olmamı!
Çağdaş erotizmi"sevgi" boyutunda işleyen bir ressamın fırçası, kimi yerde tüy gibi, kimi yerde hınçlı vuruşlarla paletten tuvale, tuvalden palete, gözün izleyemeyeceği bir hızla gidip geliyordu. Ölümlülük ülkesinden ölümsüzlük evrenine geçen düşsel yaratıkların coşkusu vardı içimde. "Don Quijote", "Hamlet", "Madam Bovary", "Rembrandt", "van Gogh", "Picasso""... yanımda yöremde dolaşıyordu. Bozkırın temiz güneşi, ressamın yaratıcı renkleri, sanatçının elleri... Kulağımdan Beethovenler, Mozartlar, Çaykovskiler geçiyordu.
Sanatçının en silik çizgisinde varolmayı ölümsüzlük sayan benim gibi bir kişinin, ressam karşısındaki coşkusunu düşünün!
Yıllar önce, "Sanat, 'basit' olanda; ancak 'kolay' olmayandadır" diyen Ayaz, resme başlamıştı. 'Kolay olmayan'ın üstesinden gelme savaşımını göze almaydı bu. Boya-tuval-fırça... Bunlar, elinin altındaki 'basit' gereçlerdi. Bir taş parçasına can veren, sonra onun karşısında tapınma duygularıyla coşkulara boğulan Michelangelo geldi gözlerimin önüne. Vincent van Gogh, "Tanrının eksik bıraktığını sanatçı tamamlar" demişti. Bütün gerçek sanatçılar gibi, Ayaz da, elinin altındaki 'basit' gereçlerle tanrının eksik bıraktıklarını tamamlama çabasındaydı. 'Kolay' olmayan, karşısındaki 'yüz'dü; o 'yüz'ü beyninin en uç noktalarına emdirip, fırçasının ucuna bir boya damlacığı olarak alacak, tuvale aktaracaktı. Fırçadaki yüzlerce kılın hangi rengi hangi renkle buluşturacağının arayışlarına koyulmuştu. 'Kolay' olmayan buydu! van Gogh'un 'kendi portreleri'ni getirin gözünüzün önüne; her fırça vuruşunda tükenişinin; tükendikçe varoluşunun yaratılışını görürsünüz. Sanatçı, fırça kıllarının ucundaki küçücük boya damlacıkları ile insanoğlunun bireysel acılarının izini gergin beze yayarken, o ölçüde de, onun evrensel dünyasına gerçeğin güzelliğini işler.
Sanatçının gücü fırçasının ucundadır.
Portremi yapmaya başlarken, "Resimlerimin duyumsamalara, coşkulara dayandığı söylenir; oysa resme başlamadan önce çektiğim beyin sancılarını bilseler!.." diyen Ayaz'ın gözlerinde, onun yaratı dünyasına nakşolmuş suretimi düşlüyordum. Yüzümdeki anlamı kavrama çabasıyla, beyninden gelen sinyaller gözlerinde şimşek gibi çakıyor; fırçası, yüzümü tuvale yansıtıyordu. Ayaz, yalnızca karşısında oturan modelle yetinmiyordu, beynine yerleştirdiği 'insan-gerçek-güzellik' kavramlarının iç içeliği bağlamında çiziyordu portreyi. Karşısındaki kadın, erkek, hayvan, bitki... değildi; gerçeğin ve güzelliğin varoluşuydu. Vincent van Gogh'un, kızgın sarı buğday tarlalarının gerçekliğine ulaşma çabasına benzer bir tutkuyla kullanıyordu fırçasını. Boyadan tuvale gidip gelen el ise, sanatsal mekanizması kurulmuş yaratıcılık becerisinin aracıydı. Rodin'in "Calais Köylüleri"yle yarattığı görkemli duygu o usta elin ürünüydü.
Tuvale nelerin yansıdığını görmüyordum; ama yüzündeki seğirmelerden, biçimi bulup bulamadığını, gerçeğin güzelliğine erip eremediğini izleyebiliyordum. Gördüğünden çok düşündüğünün ardındaydı Ayaz. Altmış yedi yıllık yüzümde, her görenin göremediğini arıyordu. Gözünü benden ayırmadan, oturduğu yerden kalkıp yine oturduğunda, bir an yalnızlaştığını duyumsadım. Bütün gücü parmaklarının ucunda toplanmıştı. Alt dudağı açılırken dişleri içeriye doğru eğiliyor; kendi deyimiyle, 'dişlerini ve fırçayı alabildiğine sıkarak boyaya enerji' veriyordu. Boyanın boyalıktan çıkıp enerjiye dönüştüğü andı bu; resim, biçimini almıştı. Arayışın sancısı dinginliğe dönüşmüştü. Belli olmazdı; yaratıcı kişide duygu sancılarının ne zaman başlayacağı bilinemezdi. Ağzının içinde dilinden başka bir dille konuşur gibi, anlaşılmayan mırıltılar çıkarıyordu. 'Duyarlı verebilmek için duyarlı algılamak' gerektiği düşüncesinin somut dünyasında dolaşıyordu. Resmin bitmişliği, gözlerindeki dinginlikten anlaşılıyordu; ne var ki, yine de bitmemişlik kuşkusu ağır basıyordu. Bu kuşku aşamasında göz göze geldik. Sanatsal güzelliğin şavkı vurmuştu gözlerine. Fotoğrafçı karşısındaymışım gibi, kendimi bir 'biçim'e sokmaya çalışıyordum. Modeli olan 'ben'i görmediğinden emindim. Yüzüne çarpıp geçen gülme esintisinden, yeni bir duygu sancısına tutulduğunu kestirebiliyordum.
Beni büyülemişti Ayaz. Çalışmasını gözlerken zaman kavramını yitirmiştim. Yerinden kalktı. "Gel bak!" dedi. 'Olmuş mu. olmamış mı anlamında bir onaylatma anlamı yoktu bunda. Benim, 'Olmuş!' dememin hiçbir anlam taşımayacağını bile bile, kalktım baktım. Bir çalışmanın bitmişliğine sanatçının dışında kim karar verebilirdi?...
"Gel, bak!" demesi bir zaman aralanmasıydı yalnızca. Ya, yeni arayışlara başlayacaktı, ya da beyninden gözlerine inen sinirleri dinlendirecekti. Ben ise, resme bakınca, tasarlama sınırlarımı aşan bir renk coşkusuyla karşı karşıya kalmıştım. Fırçayı hemen elinden bırakmasını, resmin hiçbir yerini değiştirmemesini isterdim. Benim tepkilerimi öylesine izleyerek, bir bana. bir resme bakıyordu. Fırça, paletle tuval arasında mekik dokuyordu. Devreye sanatın kuralları girmişti. Model duranın, susmaktan öte gücünün bulunmadığı yere gelmiştik. En kısa sözcükleri seçerek, "Geç otur!" dedi. "Bitmedi mi?" diye sorduğumda, 'Resim, bittiği zaman başlar' dercesine güldü. Saniye kaçırmak istemiyordu. Yerimi aldım. Tuvalden çok palette dolaşıyordu eli. Fırçasının ucunu değdirdiği boyalar birbiriyle buluştuğunda ortaya ancak kendinin bulabileceği renkler çıkıyordu. Hangi rengi hangi dozda kullanacağını düşünürken, iş fırçaya değil, fırçanın tek tek kıl uçlarına düşmüştü. Göz ucuyla palete bakıyordum. Her ressamın kendine özgü renkleri vardır; o renklerin ardındaydı fırçası. Palette oluşturduğu boyayı tuvale sürüyor: istediği rengi bulamıyor olmalı ki, elindeki bezle silip alıyordu. Resim, 'renk, çizgi ve formlarla düşünme' aşamasına ermişti. Ayrıntılara varma süreci başlamıştı, eksiklikleri görüyor, kırmızıdan griye, sarıdan kızıl karaya, elde ettiği renkleri çılgınca sürüyordu tuvale.
Sonunda bitirdi resmi, imzasını attı. Fırçayı kullanmadan, bir parmak hareketiyle. Resme 'kendi yüzü'nü de çizdi. Gülücüklerini yitirmiş, silik, o ölçüde de dingin, bir ruhu çağrıştıran kendi deseni, resimdeki yerini alınca, resimden uzaklaşıp bir de öyle baktı.
Resimde beni görmek isteyenlerin 'ben'i değil; acılarımla, dalgalanan duygularımla beni tanıyan Ayaz'ın 'ben'i idim artık! Altmış yedi yıllık yaşamımda göremediğim yüzümle, gerçek ben'le karşılaşmıştım. Picasso, "Resim senin benden istediğin değil, benim sana verdiğimdir" demişti. Ayaz'ın fırçasında, yaratılışta eksik bırakılmış yönleri tamamlanmış bir 'ben' vardı karşımda.
Atölyeden ayrıldığımda, bir avuç boyadan yaratılmış yeni bir insandım!